İşten ayrılmama neden olan olaylar silsilesi
Bunu okuyan kimse bir daha bana işten neden ayrıldın diye sormak istemeyecek :)
“Bir şeyim de normal gitsin” dedirten işten ayrılma sürecim ve beni oraya götüren birkaç kilit olay bugünün konusu. Epey uzun bir yazı olacak gibi ama bakalım.
Önce biraz background bilgi
Ben Bayer’de Avrupa, Ortadoğu, Afrika bölge ekibine bağlı, pazarlama iletişim ve marka yönetimi alanında çalışıyordum. Tamamen yurt dışına bağlı, çoğunluğunun İsviçre’de, geri kalanının da Avrupa’da yaşadığı bir ekibin Avrupa dışında yaşayan nadir kişilerinden birisiydim.
Bu başta pek adil gelmese de, işe ilk girdiğim günden itibaren yurt dışında yaşama planlarımı yöneticilerimle paylaştım ve bunun olası olduğuna dair yorumlar aldığım için pek sorun etmedim. Bunu önce hak edecek bir performans gösterecek, gerekli yolu kendime çizecek ve onun için çabalayacaktım. İşin başlangıçlarında bu makul bir düzendi.
1,5 sene sonra kontratlı çalışan pozisyonundan kadroya geçtiğimde de bu benim için önemli bir başarıydı. Sonuçta yabancı bir ekibin değişmez bir parçası olmuştum, birden iki kademe unvan atlayıp iyi bir zam almıştım. Bundan sonraki adım da artık yurt dışı olabilirdi(!).
I. Gaziantep depremi
Deprem kendi evime çıktıktan 5 ay sonra oldu. Ailemle yaşadığım 2 senenin sonunda, Yoğurtçu Parkı’nda çok eski bir apartımanda eve çıkmıştım. 6 aylık sözleşme yapıp o süre içerisinde de yeni bir binada ev bulmayı planlıyordum.
Henüz ev aramaya başlamamıştım ve depremden dolayı yeni binalardaki evlerin fiyatları birden uçtuğundan yeni bir ev bulmak epey zordu. Evin kira sözleşmesini uzatma fikri aklımın ucunda bile değildi çünkü o günün psikolojisiyle evin içinde güvende hissetmem imkansızdı. Duvarlar üstüme üstüme geliyordu ve kendimi geçtim, Caner’in orada benimle geçirdiği vakitte tehlike altında olma fikrine dayanamıyordum.
Günün sonunda birkaç evle anlaşma noktasına gelip hepsini kaçırdım ve hayat beni ailemin yanına geri yolladı. Caner’le birlikte soğuk bir Şubat sabahı Deniz Apartımanı’ndaki daireme veda ettik.
Aile evinde yaşamanın birçok güzelliği olsa da 4 sene tek başıma yaşadıktan sonra zor geldi bana. 2 sene onlarla yaşadıktan sonra artık kendi düzenimi kurabilmeye, özel hayatımı daha rahat yaşayabilmeye ihtiyacım vardı.
İstanbul’daki olası deprem fikri, yeni binada da olsa başka bir eve çıkmayı da korkutucu hale getirdi. O dönem birçok insana da olduğu gibi, nereye gitsem deprem korkusundan dizlerim titremeye başlıyordu. “Ya şu an olursa”, “burada nasıl kaçarım”, “Caner benim için İstanbul’a geldi, ya ona bir şey olursa” gibi paranoyak fikirlerle doluydu aklımın içi.
O günlerde belki normalde olacağımdan çok daha fazla tedirgin oluyordum, ama İstanbul’da temelli yaşama fikri deprem gerçeği yüzünden artık kabul edebileceğim bir olasılık değildi. Zaten yurt dışına geri dönme isteğim vardı. Ya işle, ya masterla, bir şekilde ayrılacaktım İstanbul’dan. Sadece düşündüğümden daha erken ve daha acil bir şekilde olacaktı.
İş açısından aşırı sıkıcı ama onun dışında her açıdan çok güzel geçen bir yazdan sonra Eylül’de tekrar işe odaklanmaya başladım.
II. 1/40 Intense Creative
Ekim ayında Basel’de bir ekip toplantısındayken kurumsal hayata uygunluğumu sorgulatacak bir şey yaşadım.
Toplantıda pazarlama ve yeni oluşan IT ekibi ilk defa bir araya gelmişti. İlerleyen aylarda bu gruptan birkaç ekip oluşacak ve dijital odaklı birkaç proje başlayacaktı. Son gün, “Enneagram” isimli bir kişilik testi üzerine yarım günlük bir workshop yapıldı. Amacı gruplardaki farklı kişilik tiplerinin birbirleriyle nasıl çalışması gerektiği üzerine kafa yormaktı. Testi ve kişilik tiplerini anlatmayayım ama ilgini çekiyorsa buraya bakabilirsin (reklam gibi oldu lol).
Böyle testlerin doğruluğuyla ilgili soru işaretlerim olsa da workshop epey ilgin geçti. Odanın ortasında, üzerinde 9 kişilik tipinin yazdığı bir enneagram şemasına, herkes kendi kişilik tipine sıra geldiğinde üstüne çıkıp o arketip hakkında konuşuyordu. Grubun %95’i baskın olarak testte çıkan kişilik tipine gerçekten de uyuyordu.
Grup toplamda 40 kişiydi ve genelde bir kişilik tipinde 4-5 kişi ayağa kalkıyordu. Sıra benim kişilik tipime geldiğinde bir baktım, ortaya bir tek ben çıkıyorum. Meğersem 40 kişilik gruptaki tek “Intense Creative” kişilik özelliklerine sahip kişi benmişim.
Genelde bu kişilik tipine sahip insanlar kurumsal hayatta az görülürmüş. Duygularına göre hareket eden, derin hisler hissetmeyi ve duygusallığı seven, özgün olmak isteyen ve yaratıcılıkla beslenen insanlar bu kategoriye denk geliyormuş. Bir de mesleklerinde anlam ve başkalarına fayda sağlayabilecekleri bir alan ararlarmış.
Ortaya tek başıma çıkmak çok garipti. Zaten topluluk önünde konuşma özürlü biriyim, bir de herkesin beni konuştuğu ve benle ilgili şeyler söylediği o 10 dakika acı vericiydi.
Ne kadar garip hissettirse de içten içe mutluydum bu sonuçtan çünkü o güne kadar hissettiklerimin açıklamasıydı biraz da. Ne kadar bunu anlamak için böyle bir teste ihtiyaç duymamak ideal olsa da, iş hayatının dinamiği beni kendimden ve ne istediğimi bilmekten çok uzaklaştırmıştı.
Kurumsal hayata girdiğimden beri kendimi iş ortamına uyabilmek için çoğu zaman zorluyor ve kasıyordum. Bir süre sonra buna alışırım diye beklesem de bu his çalıştığım 4 sene boyunca hiç geçmedi. Hep bir şeyler yanlış hissettiriyordu.
En çok batan taraflarından biri de kendi kişiliğimi gösteremiyor olmaktı.
Şirketteki insanlar beni “naif”, “narin”, “sessiz”, “sakin” olarak tanımlardı ve beni tanıyanlar bilir - sakin olmak dışında pek de bu tanımlara uyan biri değilim. Ama iş hayatında öyleydim. Söylemek istediklerimi hep filtrelemek ve insanlarla yapmacık ilişkiler kurmak zorunda olmak, alt-üst dinamikleri - tüm bunlar bana çok batıyordu ve sonucunda normalde olduğumdan farklı davranıyordum.
Bu olaydan işten ayrılmamda etkili diye bahsediyorum çünkü o gün ilk defa oraya ait olmadığımı çok net hissettim.
”Fena olmayan bir işte, fena olmayan bir ekiple çalışıyorum. Zaten iş denen şey ne kadar iyi olabilir? Bu kötünün iyisi olsa gerek. Burda kal ve rahatına bak.” diye kendimi avuturken, içten içe bu tarz kurumsal bir şirkette durmamam gerektiğini hep biliyordum sanırım. Ama içindeyken insan bunu gerçekten o kadar kolay hissedemiyor.
Kendini bir yola, bir yarışa kaptırıyorsun ve zamanın nasıl geçtiği anlaşılmıyor bile bazen. Bir bakıyorsun koca bir sene geçmiş ve sen haftasonları ve 15 günlük tatilin dışında sadece işte vakit geçirmişsin. O vaktin de ne kadarı verimli geçmiş kim bilir. Kendini güvende hissetmeni sağlayacak binlerce şey var. “Kurumsal iyi abi” diyenler bir noktada haklı aslında. Bu sadece herkese göre bir şey değil.
Para kazanmanın birçok yolu var ve kurumsal bir şirkette çalışmak bunlardan sadece biri. Yapmak istediğim şey bu muydu? Hislerimi bu kadar ön planda yaşarken, bireyselliğin göz ardı edildiği iş ortamları bana göre miydi? Yaptığım işte herhangi bir anlam görüyor muydum gerçekten? Geçen zaman anlamlı bir şekilde mi geçiyordu?
Kara kara bunları düşünerek Basel’den ayrıldım.
Sene sonu gelmeden şirket zaten beni harika IK yönetimi becerileriyle kendinden soğutmayı başaracaktı.
III. Yüzüme çarpılan yurt dışı kapısı
Kafamın işe gömülü olduğu 2 aydan sonra, Kasım ayında Caner bedelli askerliğe giderken ben de ablamın yanına Londra’ya gittim. Hem 30 yaş doğum günü vardı hem de ben MBA programlarına başvurmak istiyordum ve Bahar bu konuda bana çok destek oluyordu.
İşi bırakmaya daha çok sıcak bakamadığım o dönemde kafamdaki senaryo şuydu:
Aralık ayında birkaç MBA programına başvurayım, bir yandan da işteki yurt dışı olanaklarını zorlayayım. MBA kabulümü aldıktan sonra müdürüme gideyim ve diyeyim ki “Bakın ben bir MBA’e kabul aldım ama işten de ayrılmak istemiyorum. Size de uyarsa MBA’imi part time yapıp işe de o ülkeden devam etmek istiyorum.”.
Bu senaryoda MBA’imi kendi imkanlarımla karşılayacağımı, sadece bordromun MBA yapacağım Avrupa ülkesine geçirilmesini, ve zaten remote yaptığım işe oradan devam etmeyi isteyecektim. Hali hazırda üyelerinin %95’inin İsviçre ve Avrupa’da olduğu bir ekibin parçasıyken bunu talep etmek absürd görünmedi. Sonuçta 2 senedir zaten TL üzerinden maaş alıyor olmakla alakalı bir şikayette bulunmamış, bunun adaletsizliğiyle ilgili yorum yapmamıştım, ve şirkette de yurt dışına geçenler hala oluyordu.
Tahmin edileceği gibi, bu teklifim reddedildi. Fakat tatsız bir şekilde.
Müdürüme bahsettiğimde bu konuda elinden geldiğince beni destekleyeceğini söyledi ve insan kaynaklarıyla konuşmamı tavsiye etti.
İsviçre ekibinin insan kaynakları Business Partner’ıyla olan konuşmamda bu konuya karşı “Sen şu an bize Türkiye’den maaş aldığın bir senaryoda mantıklısın. O pozisyonda sen olmasan da zaten Türkiye veya Polonya gibi iş gücü ucuz ülkelerden birini alırız, Avrupa’dan değil. Seni Avrupa’ya alma gibi bir planımız yok. Benim tavsiyem orada açılan yeni pozisyonları takip etmeye devam etmen..” cevabını aldım.
Bilmiyorum bu başkalarına nasıl duyulurdu ama benim için hem yaptığım işe ve hem de bana verilen değerin düşüklüğünü acımasız bir şekilde gösterdi.
Benzer şekilde Türkiye insan kaynaklarından görüştüğüm kişi de “şirketin koşullarına dayanıklı insanlar çalışmaya devam eder, yoksa Bayer’de kimseyi zorla tutmak istemez” gibi saçma sapan bir yorum yaptı.
Bu senaryo ilk aklıma geldiğinde zaten kabul edileceğine dair hiç umudum yoktu ama şansımı denemekten zara gelmez, olmazsa da işe en azından 2024’ün Eylül ayına kadar devam eder, belki sonrasında Master’a gitmeye karar veririm diye düşünüyordum. Fakat bu konuşmalarda aldığım cevaplar tadımı epey kaçırdı.
Şansıma, bu kapı kapandıktan bir iki hafta sonra Amsterdam’da başvurduğum MBA’den kabul aldım.
Bu noktada Bayer’i - neredeyse tamamen - kafamdan silmiştim.
Son olarak, bu kararı kesin vermeme neden olan çok üzücü, ama bir o kadar da perspektifimi değiştiren son bir olay var.
IV. Zack’e veda
Mart ayının ikinci haftasında, 10 yaşında güzeller güzeli kedim Zack’i, aniden nükseden bir hastalık nedeniyle 1 hafta içerisinde kaybettim. 2014 yılından beri hayatımızın değişmez bir parçasıydı kediko. Ona olan sevgim koca bir köye yeterdi.
Duygusallaşmak istemiyorum o yüzden direk bu olayın etkilerine geçeceğim. Ama önce lütfen güzel kedim için kısa bir saygı duruşu <3
Hasta olduğu 1 hafta boyunca veterinerden veterinere koşturup iyileşmesi için elimden gelen her şeyi yaptım. İşle ilgili hiçbir şey umrumda olmasa da bir hafta öncesinde izinli olduğum için işten de izin alamıyordum. Müdürüme durumdan bahsettiğimde “take all the time you need” dese de girmek zorunda olduğum toplantılar, yürütmek zorunda olduğum işler vardı.
Toplantılarda ne zaman ondan bahsetsem insanlarla birkaç dakika üzülüp o günkü gereksiz konumuz neyse ona dönmek çok sinirimi bozuyordu. Hepsine “şu an konuştuğumuz konunun ne kadar boş olduğunun farkında mısın? Bundan daha önemli işlerimiz yok mu? Şu an tek yaptığımız şey dev bir şirketin daha çok para kazanmasına fayda sağlamak değil mi? Biz burada ne yapıyoruz” diye bağırmak istiyordum.
Hayatta gerçekten de sevdiklerimizden ve onların sağlığından önemli ne olabilirdi? Ben kedimle ilgilenmek yerine orada o toplantıda ne yapıyordum? Sonra bir durup düşündüm de; ben orada, neredeyse 3 senedir, para karşılığı olsa da zamanımı neyle geçiriyordum gerçekten?
Aşağıdaki dağılım bence gayet yerinde:
10% insanlarla boş muhabbet
10% daha üst seviye insanlara yağ çekmek ve başkalarının onlara yağ çekişini izlemek
10% toplantılarda boş sunumlar ve konular dinlemek
10% kendi kendime boş yapmak
10% şrketin anlamsız bürokrasi ve süreçleriyle uğraşmak
10% sunum hazırlamak
10% sunum yapmak
10% ajanslara dert anlatmak ve dertlerini çekmek
10% şirket içindekilere dert anlatmak ve dertlerini çekmek
10% müdürüme dert anlatmak ve onun dertlerini dinlemek
10% işimi yapmak
Evet karşılığında hayatımı orta seviyede bir kalitede yaşamamı sağlayacak parayı bu şekilde kazanıyordum. Belli bir süre %10luk “işimi yapmak” kısmı beni tatmin etse de, zaman içinde onun da ne kadar boş ve anlamsız olabildiğini gördüm.
Yine Enneagram testi konusunda olduğu gibi, bunu fark etmek için böyle bir olaya ihtiyacım yoktu tabiki. Çok da farkında bir şekilde çalışıyordum uzun bir süredir.
Ama sonunun ne zaman getirmem gerektiğini görmek zordu. İçinden çıkamadığın ilişkiler gibi “Biraz daha durayım önümüzdeki ay gezi var”, “belki yurtdışı olur”, “iki aya zam gelecekmiş biraz daha para biriktiririm” benzeri bahanelerle duruyordum. Ama özellikle de kedimin vefatından sonra, geçirdiğim her dakikamı çöpe atıyormuş gibi hissettiğim bir yerde bir dakika daha kalamazdım.
Zack bize 7 Mart günü veda etti, ben de istifamı 1 ay sonra verdim.
Ne söylendim, değil mi? Daha bitmedi.
V. Olaylı istifa
Bu olaylardan sonra işten kesin olarak ayrılmaya karar verdim ve bol dramalı bir ayrılık süreci başladı. Bu kısmı es geçmeyi düşünmüştüm, çünkü biraz utandırıcı, ama bir kere girdim bu topa.
Müdürüm Brezilya tatilinden döndüğünde işten ayrılmak istediğimi açıkladım. Maaş eşitsizliğinin motivasyonumu düşürdüğünü, yurt dışı olanaklarının belirsizliğini ve işten kopukluğumu neden olarak sıraladım. Müdürüm de üzgün olduğunu ama şaşırmadığını, performansımın eskisi gibi olmadığını söyledi ve konuşma burada bitti.
Daha sonra ailemle konuşurken babam, “Tazminat istesene, Türkiye’de işten kendi ayrılana da bazen veriyorlar,” dedi. Üstüne bir de şirketten birinden, Bayer’den istifa edip ayrılan bazı kişilerin tazminat aldığını öğrendim ve içimde bir intikam duygusu uyandı. Zaten 3 yıldır aynı ekipteki akranlarımdan daha az maaş alıyordum, neden tazminat talep etmeyeyim? Hem gap year için müthiş bir kaynak olurdu ve aileme daha az yük olurdum.
Bu düşünceyle insan kaynaklarına gittim ve maaş politikalarının adaletsizliği nedeniyle tazminat talep ettiğimi söyledim. Ancak Türkiye İK’daki , böyle bir şeyin “etik” olmadığını ve şirket politikalarına aykırı olduğunu olabilecek en antipatik şekilde söyledi. Müdürüm desteklese de, İK bu talebimi reddetti ve o noktada sabrım taştı.
Tanıdık bir avukatın da önerisiyle istifamı haklı fesih dilekçesi gönderip resmi yollardan tazminat talep etmeye karar verdim. Dürüst olmak gerekirse, sadece biraz sorun çıkarmak ve adaletsiz düzeni biraz olsun sarsmak istedim. Öyle ironik ki, insan kaynaklarında konuştuğum kadın, istifamı öğrendikten sonra beni aradığında, “Valla Deniz, ben de olsam oğluma böyle bir şirketten ayrıl derdim,” demişti.
Normalde işten çıkış tarihim 15 Mayıs’tı, ama avukatın hatasıyla haklı fesih dilekçem yanlış bir tarihle gönderildi ve 24 Nisan’da aniden işten çıkarıldım. Günün ortasında aniden bilgisayardaki tüm erişimlerim kesildi. Müdürüme ve insan kaynaklarına durumu anlatmaya çalıştım, ama kimse bunun bir yanlışlık olduğuna inanmadı. Sonuçta Bayer’e, işlerim yarım kalsa da, 15 gün erken veda ettim. Bir yandan birilerinin sinirini az da olsa bozduğum için mutlu, ama müdürümü yarı yolda bırakmak zorunda kaldığım için de mutsuzdum.
Kurumsal hayatın bana göre olmadığını net bir şekilde anlamama yardımcı olduğu için Bayer’de geçirdiğim zamandan hiç pişman değilim. Üstelik Bayer bana Caner’i getirdi; her türlü kârdayım :)
2023 Şubat ayından beri üst üste binip istifayı basmama neden olan olaylar bunlardı. Hayatımda olan - küçük veya büyük, iyi veya kötü - her olayın bir şekilde kararlarımda etkisi olduğunu çok net görüyorum bu sene. Sanırım bazen sadece her şeyin bir zamanı olduğuna ve bir şeylerin yola gireceğine inanmak gerekiyor. Bir sonraki yazıda görüşmek üzere!
Syros, Yunanistan